12 Şubat 2012 Pazar

Nasil Ronesans Insani Olunur?

EDEBİYAT NOTLARI 23
*Resim, Bedri Rahmi Eyuboglu

Bazen eski kitapları elime alıp, baştan başa tekrar okumasam bile göz gezdirmeyi severim. Geçenlerde Umberto Eco’nun “Beş Ahlak Yazısı” adlı denemelerini de yine aynı tatla okumaya başladım (laf aramızda Eco’nun denemeleri romanlarından çok daha güzel).

Bir ara basın, politika gibi güncel konuları inceleyen Eco’nun sık sık “Rönesans İnsanı” deyimini kullandığı dikkatimi çekti. Yalnız Eco’da değil birçok dünya yazarında sık sık rastlanan bu önemli kavramla ilgili bir yazı yazmak istedim. Çünkü bizde nedense mutlaka bilinmesi gereken bu kavram kazaya uğramış, literatüre girmemiş. Ya Rönesans yaşamamış oluşumuzdan ya da az sayıda Rönesans insanı yetiştirmiş olduğumuzdan.

Friedrich Dürrenmatt’ın bir romanında yazdığı gibi “İyi bir İstanbul entelektüeli Paris’tekilerden daha üstündür.” Ama bu kavrayışa sahip olanların yani evrensel düzeyde entelektüellerin sayısı pek yüksek değildir. Bu yüzden, evrensel anlamda kabul görmüş, tartışılmasına bile gerek olmayan bazı temel kavramlar bizim buralarda pek bilinmez, mantık yürüterek çözümlenmeye çalışılır.

İşte bu kavramlardan birisi, aşağı yukarı aynı anlama gelen “Rönesans Yaratıcılığı”, “Rönesans İnsanı”, “Rönesans Hümanizmi” tanımlamalarıdır. Dünyanın birçok bölgesinde, hangi kökten gelirse gelsin, bu sözü duyan her aydın ne demek istenildiğini kavrar. Bu konuda tartışılmayacağını bilir. Ama bizdeki mahalli aydın, “Rönesans Yaratıcılığı” kavramının ne anlama geldiğini bilmediği, daha doğrusu böyle bir kavramı duymadığı için tartışır durur, Amerika’yı yeniden keşfetmeye, buhar makinenisi yeniden icat etmeye çalışır.

“Rönesans Yaratıcılığı” insanların birden fazla disiplinle meşgul olması ve birçok dalda eser vermesi anlamına gelir. Bir şair aynı zamanda ressam da olabilir, tıp alanında da çalışabilir, müzik de besteleyebilir. Hatta ondan böyle bir insan olması beklenir. Rönesans hümanisti evrensel düşünmeli, birkaç dil konuşmalı, felsefeyle ilgilenmeli, şiir yazmalı ve mutlaka bir enstrüman çalmalı, bu alanlarda eser vermelidir. Rönesans aydını böyle bir insandır ve tarih boyunca hiç kimse şaşırmamıştır bu duruma.

İsim Rönesans‘tan geliyor ama aslında dünya tarihi Aristoteles’ten Goethe’ye kadar yüzlerce “polymath”la, yani çeşitli dallarda eser veren yaratıcılarla dolu. Mesela Ömer Hayyam hem şairdir hem astronom hem matematikçi. İbni Sina da “polymath”tır, Farabi de, Al Harizmi, hatta İmam Cafer Sadık da.

20. yüzyıl insanı başarıya odaklanmış bir kariyer ve uzmanlaşma saplantısı içine düştüğü için bu kavrama sırt çevrildi. Tek boyutlu yaratıcılar normal karşılanmaya başlandı. Oysa eski yüzyıllarda böyle bir şey düşünülemezdi bile.

Niçin?

Gelin bu işin nedenini antik dönemde, Sisam adasında yapılan bir toplantıda arayalım. Yaklaşık olarak 2500 yıl önce İyonya ve Helen filozofları iki kıyıdan gelerek Sisam adasında buluştular. Günler boyunca sanatla bilim arasındaki ilişkiyi tartıştılar. Bu uzun sempozyum sonunda ortaya çıkan bildiri binlerce yıldır unutulmadı. O bildiride, “Sanat ve bilim üst bir noktada birleşir, bir ve aynı şeydir” hükmüne varılmıştı.

Doğrudur çünkü çeşitli sanat dalları ve bilim birbirini besler, yaratıcının kavrama gücünü artırır, kişiyi “evrensel insan” tipine bir parça daha yaklaştırır.

Bertolt Brecht’in eserlerini besteleyen ünlü Alman besteci Hans Eisler şöyle diyordu: “Sadece müzikle ilgilenen bir kişi, müziği de anlayamaz.”

En başta söylediğim gibi bunlar tartışılmayan gerçeklerdir. Bizim yazdıklarımız bir parça, “Güneş doğudan doğar” gibi malumu ilam oluyor ama ne yapalım ki bu ülkede temel bilgileri tekrarlamaktan kaçınmak mümkün değil.

Birkaç örnek vereyim:

Friedrich Nietszche filozof-şair niteliklerinin yanısıra bestecidir de.

Onun torunlarından Günter Grass ise yazar, ressam ve heykelcidir.

Charlie Chaplin senaryo yazarı, yönetmen, oyuncu, yapımcı olmanın yanısıra bestecidir. Bütün filmlerinin müziğini kendisi bestelemiştir.

Leonard Cohen şair, şarkıcı ve romancıdır.

Bu listeyi saymaya kalksak sonu gelmez.

Bizde de böyle insanlar yetişmiştir. Mesela “Rönesans İnsanı” tanımının en çarpıcı örneklerinden birisi olan Abidin Dino ressam, yönetmen, yazar ve heykelci olarak çalışmıştır. Bedri Rahmi Eyüboğlu şiir ve resim alanlarında en üst düzeye ulaşmış bir yaratıcıdır.

İşin ilginç yanı doğu ve batı uygarlıklarında binlerce yıldır kabul edilmiş hatta özenilmiş olan bu gelenek, günümüz Türkiyesi’nde tam tersine çevrilerek tek boyutlu olmanın övüldüğü bir çoraklığa dönüşmüş durumda.

Bir ressamın beste yapması, yazarın heykel sergisi açması, film yönetmeninin tablolarını sunması neredeyse suç haline getirilmiş.

Bu düşünce terörünün, ne kadar zararlı olduğunu bir örnekle anlatmak isterim:

Rahmetli Onat Kutlar, bu ülkede tanıdığım ender “evrensel aydın”lardan birisiydi. Müthiş bir hikâye yazarı olmanın yanısıra sinemadan da çok iyi anlardı. Birgün ona “Onat, bu kadar yaratıcı bir insansın. Sinemayı da çok iyi biliyorsun. Niye bir film yapmıyorsun?” diye sordum.

“Çok istiyorum ama yapamam” dedi. Nedenini sorduğumda bana, “Bir alanda tanınmış olan bir insanın başka alanda ürün vermesini kabul etmezler” cevabını verdi. Canı film yapmak istiyordu ama bu konuda yaratılmış olan entelektüel terörden çekiniyordu.

İşte size bu dar kafanın sebep olduğu bir sanat cinayeti. Onat Kutlar çapında bir yaratıcıdan kalan bir ya da daha çok sayıda film yok elimizde. Belki de o güzelim İshak hikâyesinden uyarlamak isteyeceği bir filmden yoksunuz. Tek sebep yerel aydın terörü.

Yazık değil mi? Kimbilir kaç “Rönesans Yaratıcısı” bu bilgizilik ve önyargı yüzünden kaybolup gitti. Yıllarca bir sır gibi sakladığı, düşünü kurduğu eserleri veremedi.

Daha çok gençler için yazdığım Edebiyat Notları’nda bu netameli konuya değinmemin tek nedeni, yaratıcı insanların kafalarındaki önyargıları, korkuları, bizim köye ait alışkanlıkları yıkmalarını istemem.

Faulkner der ki: “Bir romancının başarısı, göze alabildiği başarısızlıkla ölçülür.”

Bunu sanatın her alanına uygulamak yanlış olmaz.

*Zulfu Livaneli - Edebiyat ve Diğer Sanat Dalları, 29/01/2012 yazisindan...


0 yorum: